Uygun bulmadığı kitabı yırtıp çöpe atan öğretmenim!

Adana’da, 6. Çukurova Kitap Fuarı’nın ilk günündeyiz. Sevgili Müren (Beykan) ile Adana’ya uçmayı seviyorum. Nice edebiyat ustamızın yurdu olan bu sıcak kent, ailemiz için tatlı anılarla dolu. Adana’nın iki nehirle yıkanan eski toprakları, Toroslar’ın hırçın doğasının Amik ovasında huzur buluşuna tanıklık ediyor. Üstelik kent, kitap fuarına ev sahipliğine hem cesaret hem inat ediyor altı yıldır. Yabana atılamaz.

Altı gün sürecek fuarın ilk günü sakin. Yine de valinin, belediye başkan vekilinin ve il milli eğitim müdürünün açılışta yaptıkları konuşmalar, yerel basında hayli yer buluyor. Bu iyi; çünkü, ülkenin büyük gümbürtüsü içinde kitap da, kitap fuarları da ne kadar konu olsa o kadar iyi.

Açılışın ardından fuarın ilk etkinliğini yapıyorum. Yirmiye yakın yetişkinin bulunduğu salonda yetmişten fazla orta sınıf ve lise öğrencisi var. Genç okurlarla buluşmak beni her zamanki gibi müthiş heyecanlandırıyor. Sohbet ısındıkça, paha biçilmez bir ortaklaşma ve paylaşma duygusu sarıyor salonu. Yetişkinler genç sesleri dinlemeye, anlamaya gayrette; gençler kitaba ve edebiyata dair düşünmede, kendilerini özgürce ifade etmede; bense bu el ele verişle birlikte yeniden yaşamaya başlamalardayım…

Kitaplar ve okuma konusunda kendi eğilimlerimizin farkına varmak; öğretmenlerimizi ve ailelerimizi bu farkındalığa saygıya davet etmeyi konuşuyoruz. Beşinci sırada oturan bir genç kız ayağa kalkıyor. “Ne diyorsunuz siz ya!” diyor önce tedirgin. Sonra bir cesaret diyor diyeceğini: “İçinde vampir var diye sınıfta kitabımı yırtıp çöpe attı benim öğretmenim.”

Bir an sessizlik doluyor salona. Herkes düşünüyor çünkü. Kitap, öğretmen, öğrenci, merak, hak, okumak, saygı, anlayış, özgürlük… Zihinlerde hızla uçuşuyorlar. Sessizliği, “Karşı koyamadın mı öğretmenine, bir şey diyemedin mi?” sorum bozuyor. Aynı anda kendine gelen katılımcılardan da öfkeli nidalar yükseliyor.

Salondaki isyan büyürken genç kız devam ediyor: “Hiçbir şey yapamadım. Çok sinirli biriydi… Döver falan, çok korktum!..”

Nasıl korkmasın ki! Onu dinlerken, kendimizi onun yerine koyarken bile korkuyoruz. Söz konusu kitaba uygulanan şiddetin aslında doğrudan bize, okuma özgürlüklerimize, meraklarımıza, deneme isteğimize, kendi seçimlerimizi yapma hakkımıza uygulandığı açık.

“Arkadaşınızın yaşadığı sizin başınıza gelseydi ne yapardınız?” diye soruyorum bu kez gençlere. Gözlerinde gelecek pırıltısı keskin zeki ergenlerden bazısı, “Asla izin vermezdim!” derken; bazı aklıevveller, “Bir tane daha alıp okur, ama bu sefer görmesini engellerdim,” kabilinden kaçak oynuyorlar.

Tartışma sürerken hepimizin kenetlendiği ortak duygu, haksızlığa uğramak. Sonuçta tartışmayı noktalarken, öğretmenin iki noktadaki haksızlığında fikir birliğimiz tam: Kimseden yalnızca uygun gördüğü kitapları okumasını bekleyemez. Beğenmese de, yanlış bulsa da hiçbir kitabı bu biçimde yırtıp atamaz. Her insan merak ettiği kitabı edinmek ve okumak hakkına sahiptir. Sorumluluğu ne olursa olsun, yetişkinler kitaplarımıza karışamazlar!

Salon boşalırken bir an aşağıdaki yayınevi sergenlerine göz gezdirdim. Adnan Binyazar ustamı gördüm kitaplarının arasında. Güneşi ruhumu aydınlattı, bana güç verdi. Gençlerin kulaklarımda çınlayan cesur sesleri, belleğime çizilen parlak bakışları eşliğinde karşı pencerelere geçtim sonra. Güneşle şenlenen Seyhan baraj gölünün sakin sularına bakarken, günün birinde benim ülkemde de beğenmediği kitabı yırtıp çöpe atan tek bir öğretmen kalmayacak, diye and içtim. Entelektüel yaşam biçimlerine gıpta edilen pek çok ülke nasıl başardıysa, bir gün biz de başaracağız bunu mutlaka. Gölgeliklerden çok uzakta, kızgın güneşte yürümek zorunda kalsak da, değil mi öğretmenim?..

Scroll to Top
Scroll to Top