Okuma sabrı rica ediyorum. Bu satırlar sıradan bir “çocuk kitabından” alıntı sayılabilir.
Kız: “Anneciğim, doğum günü partim harikaydı, çok teşekkür ederim.”
Anne: “Canım kızım benim, fikir babandan çıkmıştı, ona teşekkür etmelisin.”
Baba: “Bir tanem İpek kızıma her şeyin en güzeli layık.”
Kız: “Canım babam benim, pembe bisikleti aldığına inanamıyorum.”
Anne: “Hadi sofraya, en sevdiğiniz yemekleri yaptım, soğumasın.”
Bu bayıcı yapaylıktaki konuşmayı okumak bile insanı sıkıntıdan patlatıyor, pembe dizi
kıvamında bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu şıp diye anlıyorsunuz. Böyle bir kitabın çocuk
okurun ilgisinden anında yallah edileceğinden kuşku duyulmaz, eminim. Gerçi, bu minval
diyaloglarla ördükleri “yazılarını” yayınevlerine yağdıranlar, üstüne bir de bunları yayımlayan
yayınevleri de var, ancak bunlar ne edebiyattır ne de çocuk edebiyatıdır kuşkusuz.
Cinsiyet rollerinin altını sertçe çizen, ana baba ilişkilerini toz pembe sunan, canım
cicimli hayatlarla, her daim iyilik, iyicillikle yapış yapış, dibine kadar kara bir kötü karakterin çiğ
sahtekârlığı… Ben yazarken daralıyorum da, çocuklar bu tür kitapları neden okumak istesin?
Çocuk okuru bunca küçümsemek neden? Ana babası ayrı onca çocuk bu kitabı okuduğunda ne
düşünür, ana baba sıcaklığını hiç yaşayamamış, ebeveynlerini –mesela depremde- yitirmiş onca
çocuk bu ülkede ne hisseder, bırakın partiyi, doğum günü hatırlanmayan onca çocuk ne eder, hiç
bisikleti olamamış onca çocuk! İşten dönse de evin tüm yükü omuzlarında olacağını okuyan bir
kız çocuk kalbi nasıl kırılır… İnsaf etsinler, yazma hevesiyle klavyeye sarılanlar, “alt tarafı çocuk
kitabı” diyen yayıncılar!
Epeydir yazmak istiyordum, çocuk kitabında “börtü böcek edebiyatı”, iyilikten
Pollyanna’ya bile saç yolduracak karakterler, can sıkıntısından öldürecek çocuklarımızı diye.
Geçenlerde Cumhuriyet Kitap ekinde (14 haziran 2012), bir eğitimcinin, okuduğu şiir kitabı
karşısındaki “hayal kırıklığı”na rastlayınca, zaman bu zaman dedim. Söz konusu olan, şair Arife
Kalender’in Kuşlar Geçiyor (Bence Kitap) adlı çocuk şiirleri kitabıydı. Mehmet Özçataloğlu, elbette
eğitimci gözlüğünü takarak okumuş kitabı, sevdikleri de olmuş, eleştirdikleri de. “Düşünüyorum
da / haklıysak gerekiyor / kavga da bazen” demiş ya Kalender “Teneffüs Kavgaları” adlı şiirinde,
iyi dememiş ona göre. “Şartlar neyi gerektirirse gerektirsin, içinde yaşadığımız, yeterince
kötülükle, savaşla dolu bu dünyada çocuklara kavga gerekli denemez,” diye isyan ediyor Mehmet
Bey. Desenleri olmayan ve okur yaşı 6-15 diye –herhalde yanlışlıkla– belirtmiş olan bu kitabın
“çocuk gerçekliğine uygun olmadığını”, ilköğretim birinci kademe ile ikinci kademeye aynı kitapla
seslenilemeyeceğini de vurgulamış.
Eğitimcilerimizin sesi kulaklarımıza küpe. Onların bilgisi, deneyimi çocuk kitaplarında pek
güzel yol gösterici –Ne ki, ayrı bir özgünlük alanı olarak kendi başına dik duran çocuk ve gençlik
edebiyatı, bambaşka dinamikler barındıran ve genel geçer formülleri olmayan bir yaratı alanı.
Yaratıcı yazarın okuruna sunduğu gizlerle örülmüş bir düşler evreni. Hangi yaşta olursak olalım
okuyabileceğimiz kitaplardan söz ediyorum. “Annecim, babacım”la derdi olmayan kitaplardan;
yaşamın büyüsünü kederle, sevinçle ama mutlaka kendine has bir özgünlükle ifade etmek /
yeniden yorumlamak / sergilemek / sorgulamak derdindeki kitaplardan.
Peki, çocuklara ne yazmalı börtü böcek yazmayacaksak! Kılıçtan keskin bir alandır bu,
kolayı yoktur, doğrusu yoktur; yaratıcı yazarın kendi arayışları, kendi keşifleri vardır. İmgelerle
yüklenmiş yaratıcı, özgün bir zekânın kâğıda döktüklerinin başka başka zekâlarda bulduğu
yansımalarla bedenlenirse edebiyat, çocuk edebiyatı da öyledir, çocukla buluşmak için onun
zihninde birikenlere ihtiyacı vardır.
Zor konuları yazmak deniyor, en zoru nedir mesela: Savaşı anlatmak! İşte, edebiyat eserini
eline alan eğitimciler burada seslerini yükseltiyor: “Bazen kavga gerekir”i kabul etmiyor. Gerçi
onlar, ana baba boşanmasını da kabul etmiyor. Çocuğun küfretmesini, arkadaşıyla haytalık
etmesini, dövüşmesini de. Ergen yaşta çocukların hormonlarının çalışmaya başlamasını, karşı
cinse ilginin artmasını, hatta öpüşmeyi de. Öte yandan, cesetlerden söz ediliyor diye polisiye
okunmasını, hayaller âlemine sürüklüyor diye fantastiği, bilimkurguyu da onaylamıyorlar.
Ne ki Andersen ödüllü İngiliz yazar David Almond’un bunlara kulak astığı olmamış hiç,
eğitimciyi mutlu etmek değil derdi, okurun yüreğine ulaşmak. Alevler Arasında (The Fire Eaters)
adlı kitabında, Londra’nın epey kuzeyinde, küçük bir sahil kasabasında, patlaması beklenen
üçüncü dünya savaşının korkusuyla altüst olan yaşamları, bir önceki savaşın onulmaz yaralarının
yüreklere kazıdığı derin korkunun dehşeti içindeki aileleri yazmış Almond. Savaşın dolaylı biçimde
anlatıldığı bir köy ve okul ortamı. Hele ki okul: Katolik bağnazlığın kalesi.
David Almond okurunu kendine bağımlı kılan bir yazar. Hep “zor” konularda yazıyor
taşradaki evinde. Dünya Büyülü Bir Yer (Kit’s Wilderness) adlı unutulmaz romanı da büyüler
okuyanı adeta. Ölüm oyunu oynatan “kötü” çocuğu yazmıştır –desem, çok sığ olacak; onca
karakter ve yaşam örgüsü içinde, sevgili bir dedenin vedası da, terk edilmiş maden ocağında yitip
gitmiş çocuk işçilerin hüzünlü anısı da, tarihöncesinde ailesini arayan bir “ilkel” çocuğun doğa
üstü çabası da ayrı ayrı sarsar okuru –hepsi harmanlanmıştır tek bir romanın bünyesinde.
Almond hayranı bir yazar –son günlerde Civan (Everest) kitabıyla da adından söz
ettiren Müge İplikçi. O da taş atan çocuklara bakmıştı bir kitabında: Yalancı Şahit. Taş atma
hengâmesinde tutuklanıp demir parmaklıklar ardına konan çocukların dramını edebi bir eserde
kurguladı, büyülü gerçekçi denecek bir üslupla anlattı. Okur çocuklardan bazıları, kitaptaki
çocukların taş attıkları için suçlu olduğunu söyledi, ama kitabı okudular, düşündüler, yazara
sorular sordular, dudak büktüler, ama illa ki zihinlerinde düşünceler uçuştu –yaşamı daha
yaşanılır kılabilecek düşünceler: Gerçekmiş gibi gösterilenlerin ardına bakmanın, kendine
benzemeyenin de yaşam hakkı olduğunu fark etmenin eşiği belki.
Hafife alınacak gibi değil; çocuk edebiyatı yaratıcılık gerektiren, ustalık gerektiren, çok
boyutlu, ciddi bir iş. “Edebiyat” dememiz yeterince ele veriyor zaten.
(Müren Beykan‘ın bu yazısı, Temmuz 2012’de Vatan Kitap’ta yayımlanmıştır.)

