Hokkası gerçek, meskeni dağlardır…

İda yazıları – 1

Keşke zamanında birileri bana önerseydi de bu kadar geç tanımasaydım dediğim bir insanı, kalbine ve duygularına bu dünyada sonsuz güvendiğim bir insanı, Sabahattin Ali’yi anlatmak isterim.  Lise yıllarında tadına baktığım, içinde dolandığım ve şuursuzca tanıklık ettiğim bir dünya Sabahattin Ali’nin dünyası. Şuursuzca bir tanıklık; çünkü yaşadığı dönem hakkında bir satır dahi gerçek ve resmi ideolojiden arınmış bir metin okumadığım bu şahsiyetin aslında neler anlattığını, nasıl bir dünyada yaşadığını çok sonraları öğrenecektim.

Hakkında çokça biyografiler, anlatılar, belgeseller ortaya konuldu; hoşgörü, aşk ve cesaretle donattığı kocaman dünyasından olsa gerek, ondan söz etmenin pek çok yolu var. Çevreye dönük bir öykücü, içinde aynalar kıran bir romancı, tutkulu bir âşık, dingin bir aydın ve bütünüyle ele alınabilecek bir insan… Ve ruhunda her mevsim ırmaklar akan bir şair!

Sabahattin Ali’nin bir mezarı yoktur. Kızı Filiz Ali, onun anısına Istranca (Yıldız) Dağları’nda bir kayanın üstüne, “Başım dağ / Saçlarım kardır / Benim meskenim dağlardır” yazısını yazdırmıştır. Ona değil, bizlere ait olan bu yoksunluk ve utanç halinden, yıllarca gençlerin onu tanımaktan nasıl uzak tutulduğundan gelecekteki başka yazılarda söz edeceğim.

Yine önümüzdeki haftalarda, onun eserlerine, öykü ve roman karakterlerine, anlatımına, dilindeki ayrım noktalarına ve kendi yaşamına ilişkin bazı notlarım olacak. Öncesinde, Sabahattin Ali’nin kaleminin rengine, cinsine, ruhuna ve dokusuna ilişkin notlarım olacak. Ne yazdığına, nice çarpışmayla geçen edebiyat özverisini kimler için verdiğine kısaca değinmeli.

Sabahattin Ali’nin Anadolu insanının sorunlarını önemseyen yaklaşımı, kendinden sonra gelenleri pek çok açıdan etkilemiştir. Yaşar Kemal, ağanın zorbalığı karşısında direnen işçilerin dramlarını; Orhan Kemal, yoksul insanları, küçük memurları, fabrika işçilerini; Samim Kocagöz ağa karşısındaki topraksız köylüyü; Kemal Tahir de köylülerin sorunlarını ve kırsalda yaşayan insanları anlatan hikâyeler yazmışlardır.

Sanatın mutlak bir amacı olduğunu düşünen Sabahattin Ali, bunu “İnsanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek; insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak,” biçiminde ifade eder. 2009’da yayımlanan A’dan Z’ye Sabahattin Ali (YKY) adlı çalışmada da yer aldığı üzere, kendisinden önceki sanatçıların Anadolu’ya ilişkin yaklaşımlarını eleştirir.

“Kitle için yazdıklarını zanneden muharrirlerimiz ise en gülünç olanlarıdır. Kitle ile beraber ıstırap çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmayan, nabzı kitlenin nabzıyla aynı tempoda atmayan adamın kitleye sen diye hitap etmesi gülünçten de ileri bir şeydir. Hâlâ köylüyü Amerikalı bir seyyah gözüyle seyredip onda ya mistik karanlık bir ruh veya iptidai bir havyan gören büyük romancılarımız var. Halktan bahsediyorum diyen yabancı ve ucuz esprili hikâyelerle halkı maskaraya çeviren meşhur muharrirlerimiz var.” (A’dan Z’ye Sabahattin Ali, YKY)

Onun hikâyeleri okuru düşündüren bir nitelik taşır. Köy ve köylüleri konu alan anlatılarında köylülerin yaşam mücadelelerine, çektikleri sıkıntılara, doktor ve hastaneleri anlatan hikâyelerinde yaşam kurtarması gereken doktorların insani birtakım özelliklerden uzak oluşlarına, bilgisizlik yüzünden düştükleri gülünç durumlara, resmi kurumlardaki rüşvet ve vurgunlara değinir.

Cezaevi hikâyelerinde, orada yatan insanların birbirleriyle ilişkilerine ve ruh hallerine, devlet kurumlarında çalışanların resmi yanlışlar yapmamak uğruna insanları mağdur etmelerine ya da konumlarını kullanarak çıkar sağlamalarına; aydınları konu alan hikâyelerinde onların halka yabancı ve mesafeli duruşlarına, birbirleriyle ve yönetenle olan ilişkilerine, para yüzünden kendilerini içine düşürdükleri duruma sert bir biçimde dokunur.

İşçileri anlattığı hikâyelerinde, ekmek parası yüzünden işçilerin çektiği sıkıntılara, onlar bu haldeyken patronların asıl payı haksız yere elinde bulundurmalarına; aşk hikâyelerinde toplumsal koşulların aşkın önüne engel olarak çıkmasına, âşık kadınların gururlarına ve aşk uğruna yapılan fedakârlıklara; özellikle kadını konu alan hikâyelerinde erkeklerin ve toplumun onlara bakışına, bu kadınların içinde bulundukları güç koşullara rağmen merhamet dolu ve onurlarına düşkün olmalarına dikkat çeker.

Tüm bunları yaparken de, haksızlıkların ve baskıların karşısında, ezilenin ve yoksulun yanında bir tavır alır. Köylü-kentli, yoksul-zengin, halk-aydın arasındaki karşıtlığı gözler önüne serer. Belki de ismini aldığı Prens Sabahattin’den ismi dışında aldığı yegâne şey sosyolojik gözlem ve analiz merakıdır.

Sabahattin Ali’yi dergiciliği, eserlerindeki çarpıcı geçişler, hikâyelerindeki trajikomik sonlar, özgün bir kurgusu olan kadın karakterler, ayrıntıları anlatış biçimi, karakterleri tasvir ediş yolları, zamanının ve tüm zamanların aydınlarına getirdiği eleştiriler ve hayatı iyisiyle kötüsüyle her adımda tutkulu yaşayışı gibi pek çok başlıkla ele almaya devam edeceğim.

Dizinin ilk yazısını, Ali Baba dergisinin 25 Kasım 1947 tarihli sayısında yer alan “Ne Zor Şeymiş” başlıklı yazısından o bilindik alıntıyla bitiriyorum:

“Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Halil Türkden

Scroll to Top
Scroll to Top