Ebeveynin korkusu, yayıncının kâbusu

Yayıncılıktaki çömezliğimin ilk yılında, yayınevine açılan bir telefona bakmak durumunda kalmıştım. Hattın diğer ucunda, bağırmasa da kalın harflerle konuşan bir beyefendi, bir baba –ama tüm içtenliğimle söylüyorum ki, sorumlu bir baba– Günışığı Kitaplığı’nı Mini Dizisi’ni yayımladığı için kınıyordu.  Gerçekten de kınıyordu.

İlk anda çok şaşırmamıştım; didaktizme ve terbiyeciliğe karşı duran Christine Nöstlinger’in yetişkinler tarafından garipsenmesi, bizim o kadar da garipsemememiz gereken bir durumdu. Üstelik bu baba, çocuğuna aldığı kitabı okumuş, incelemişti. Etkilenmiştim.

Tam kendimi “Çocuğu otoriteden soğutur bu kitap!” tarzı bir eleştiriye hazırlamış, sükûnetimi denkleştirmiş, argümanlarımı hazırlamışken, bana “Bu kitapta domuz var!” demişti muhatabım… Efendim?

Kitapta domuz var.

Ufak bir sessizliğin ardından “Nasıl bir domuz var?” diye sorabilmiştim ancak. “Efendim, başkahramanın, hani şu kızın bir kumbarası yok mu? Hah işte o basbayağı domuz şeklinde!” Kalın harfler doğruyu söylüyordu. Dizinin üçüncü kitabı Mini ve Doğum Günü Partisinde adıyla ve deseniyle bir domuz kumbara vardı.

Vardı da, sorun bunun neresindeydi?

“Bizde böyle bir şey yoktur,” dedi baba. “Bizde derken?” diye sordu yayıncı çömezi. “Efendim Türkiye’de yani, geleneğimizde yoktur, ailemizde yoktur, domuz olmaz bizde.” Afallamış gencin cevabı şuydu: “Ama efendim, zaten Mini ve ailesi Avusturyalı, onlarda domuz vardır. Domuz zaten vardır… Genel olarak vardır yani… Hayvan… olarak…”

Çömezin de çömeziydi, ne yapsın.

Sonra konuşulanlar pek de önemli değil. Ortada sonuca ulaşacak bir tartışma yoktu çünkü. Ortada, karşı durulması zor bir gerçek vardı: Bu ebeveyn korkmuştu. Çocuğunun domuzla yüzleşmesinden, ait olduğu dinin kültürel her türlü uzantısı tarafından reddedilmiş, yasaklanmış bir öğeyle karşılaşmasından ciddi şekilde rahatsız olmuştu.

Peki babayı bu kadar korkutan neydi? Kendisine “kötü” ve “ötekine ait” olarak tanıtılmış olanın, çocuğuna “iyi” gösterilmesi mi? Karşısındaki yayınevinin, çocuğuna zihnen zarar verecek bilinçsizlikte olduğunu düşündüğünden mi? Yoksa… çocuğunun ona sorabileceği birtakım mantıklı sorulara, mantıklı cevaplar veremeyecek olma olasılığından mı?

Çok değil, geçtiğimiz hafta, Şeker Portakalı da bu korkuyla uğraşmak zorunda kaldı.  Zeze’yi çoğumuz tanırız. Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos’un çocukluk-ergenlik-gençlik sürecini ruhta iz bırakacak bir anlatımla bölümlediği, büyümeye dair müthiş üçlemesinin başkahramanıdır o. O kadar somuttu ki Zeze, o kadar hisliydi ki; onu anlamak, ben ortaokuldayken, en anlayışsız görünen sınıf arkadaşlarım için bile o kadar kolaydı ki…

Ama bir ebeveyn anlamamıştı onu.  Sevmemişti Vasconcelos’un cümlelerini, “şok olduğunu” söylemişti. Türk örf ve ananelerine aykırı ve müstehcen bulmuştu Zeze’nin öyküsünü. İşin güzel yanı, çocuğundan önce okumuş olmasıydı bu kitabı. Ama kitaptaki argo ve küfrü ne kadar ölçüsüz bulmuşsa, “ölçülü” bir karşılık vermek istemiş olsa gerek ki, öğretmen hakkında şikâyette bulunmuş ve “soruşturma” açılmasına yol açmıştı bu ebeveyn.

İşte bu korkuyu ciddiye almazsak, yandık. Yanıyoruz da yer yer. Çocuk kitapları yayıncılığında, çocuk ve edebiyat arasında kurulan ilişkide, nehrin akışını biçimleyecek bir korkudur bu: Ebeveyn korkusu. Daha büyük sistemlerce biçimlenmiş, kendi sahasında da çoktan biçimleyici olmuş bir korku. Yayıncının, öğretmenin, yazarın ve çevirmenin çevresine duvar ören bir korku. Yıkılması zor duvarlar.

Bu konu üzerinde daha epey yazacak, yazışacağız. Korku duvarlarının yükselmesini engellemek için bugün çetin şartlar altında, daha da çok çalışan tüm eğitimcilere, yayıncılara, sivil toplum kuruluşlarına selam olsun ve kolay gelsin.

Scroll to Top
Scroll to Top